Son dönemde Türkiye kamuoyunun gündemine oturan ve özellikle CHP’li büyükşehir belediyelerini hedef alan yolsuzluk operasyonları, yerel yönetimlerde hesap verebilirliğin, şeffaflığın ve hukukun üstünlüğünün yeniden tartışıldığı bir dönemi beraberinde getirmiştir. Antalya, Adana ve Adıyaman belediyelerinde gerçekleşen son operasyonlar, hukuki temellere dayanan bir adli sürecin uzantısı olarak değerlendirilmelidir.
Bugünkü yazımda, söz konusu operasyonların siyasi bir amaç taşımadığı, aksine delillere dayalı bir hukuk süreci olduğunu olayları, yargının görev ve sorumlulukları çerçevesinde analiz etmeye çalışacağım.
Antalya Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturma kapsamında, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek, bir iş insanının ifadesiyle ortaya çıkan rüşvet ve usulsüz ihale verme iddiaları doğrultusunda gözaltına alındı ve ardından tutuklandı.
Soruşturmada, Böcek’in ailesinden bazı bireyler ve yakın çevresi de ifadeye çağrıldı. Yolsuzluk iddialarının dosyada belgeler, tanık ifadeleri ve dijital delillerle desteklendiği açıklandı.
Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar ve Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere de farklı bir soruşturma kapsamında, ihale süreçlerinde usulsüzlük ve örgütlü çıkar sağlama suçlamalarıyla gözaltına alındı.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturma, organize suç örgütleriyle belediyeler arasında ilişki iddialarına dayanmaktadır.
Türkiye’de yargı erkinin temel görevlerinden biri, kamu kaynaklarının kötüye kullanılmasını önlemek ve yolsuzlukla mücadele etmektir. Bu bağlamda; söz konusu belediyeler hakkında açılan soruşturmalar, savcılıkların doğrudan delillere dayanan tespitleriyle başlamıştır.
Tutuklama kararları, hakim onaylı işlemler olup, yalnızca siyasi saiklerle verilemez. Aksi halde yargı bağımsızlığı ve adalet sistemi sorgulanır hale gelir. Her belediye başkanı veya kamu görevlisi gibi, belediye başkanları da yasalar önünde eşittir ve hakkında suç şüphesi bulunan kişilere yönelik adli işlem yapılması yargının anayasal sorumluluğudur.
Bu yönüyle bakıldığında, Antalya, Adana ve Adıyaman’da gerçekleştirilen operasyonlar, siyasi değil hukuki gerekçelerle yapılan adli işlemlerdir.
Yolsuzluk, yalnızca bir siyasi ya da idari sorun değil; aynı zamanda ekonomik büyümeyi engelleyen, toplumsal adaleti zedeleyen ve kamu güvenini yıpratan küresel bir tehdit olarak görülmektedir. Bu nedenle; yolsuzlukla mücadele, tüm demokratik sistemlerde olduğu gibi Türkiye’de de bağımsız yargı kurumları aracılığıyla yürütülmelidir.
Kamu kaynaklarının adil, şeffaf ve denetlenebilir biçimde kullanılması, halkın devlete olan güvenini doğrudan etkiler.
Özellikle yerel yönetimlerde gerçekleştirilen harcamalar ve ihaleler, sivil denetime açık olmalı ve gerektiğinde hukuki incelemeye tabi tutulmalıdır.
Bazı muhalif çevreler, bu tür operasyonların “seçimle kazanılamayan belediyelere yönelik siyasi tasfiye girişimi” olduğunu iddia etmektedir. Ancak aşağıdaki gerekçeler, bu operasyonların hukuki zemine dayalı olduğunu ortaya koymaktadır:
1. Yargı Kararları Belgelere Dayalıdır: Operasyonlar, istihbari raporlar ya da siyasi değerlendirmelerle değil; tanık ifadeleri, fiziki ve dijital deliller, usulsüz işlem kayıtları gibi somut kanıtlara dayandırılmıştır.
2. İşlem Sırası ve Delil Toplama Süreci Bağımsızdır: Soruşturmalar genellikle uzun bir inceleme sürecinin ardından başlatılmaktadır. Örneğin Antalya soruşturması, aylar süren teknik takip ve tanık ifadesi sürecinin ardından yapılmıştır.
3. Yargı, Herkese Eşit Uygulanmalıdır: Yargının bağımsızlığı, hem muhalefete hem de iktidara eşit mesafede olmasıyla mümkündür. Hukuki bir süreç, bir partiye mensup olduğu gerekçesiyle engellenemez.
Elbette demokratik ülkelerde siyasi iktidarın yargıya etki etmediğinden emin olmak elzemdir. Ancak bu dengeyi korumak için, her yargı sürecini “siyasi” olarak nitelendirmek de yargının görevini yapmasını engelleyebilir.
Aksi halde; yargı hiçbir şekilde yolsuzlukla mücadele edemez hale gelir. Kamu görevlileri dokunulmaz bir konuma gelir. Toplumda adalet duygusu büyük yara alır.
Bu nedenle, hukukun üstünlüğü prensibi gereği, iddia ne olursa olsun, suç işlediğine dair makul şüphe bulunan kişilere yönelik adli işlemlerin yapılması bir zorunluluktur.
CHP’li belediyelere yönelik son operasyonlar, her ne kadar kamuoyunda siyasi polemiklere konu olsa da, delillere dayalı ve yasal süreçlere uygun adli işlemlerdir. Bu noktada temel ilke şudur:
“Yargı, delil varsa işlem yapar; delil yoksa geri durur. Hukuk kişiye, partiye, ideolojiye göre çalışmaz.”
Kamu yönetiminde şeffaflık ve hesap verebilirlik, her siyasi görüşten belediyenin ve yöneticinin sorumluluğudur. Bu bağlamda, yargının bu sorumluluğu yerine getirmesi, demokrasinin değil; hukukun işlediğinin göstergesidir.
Son söz olarak: Yolsuzlukla mücadele, sadece muhalefet veya iktidar ayrımı yapmadan, herkesin eşit biçimde hukuk önünde hesap verebilir olduğu bir sistemde gerçek anlamına ulaşır.
Bu açıdan bakıldığında, Antalya, Adana ve Adıyaman belediyelerine yönelik operasyonlar; birer siyasi hamle değil, hukuki zorunluluğun sonucudur.