Takvim yaprakları 2026’ya dayanmışken, Türkiye hala yağmuru, karı, bereketi gökyüzünden bekliyor. Yılın sonuna geldik, fakat mevsimler takvime değil, bize kırgın sanki… Gökyüzü dargın, toprak suskun, barajlar umutsuz. Kuraklık tehdidi artık uzak bir tehlike değil; nefesimizin sıcaklığını hissedecek kadar yakın.

Ülkenin doğusunda bir haftadır görülen yağışlar, “belki toparlanırız” dedirtse de gerçeği değiştirmiyor. Bu yağışlar yetersiz. Batıda ise tablo çok daha karanlık, baraj seviyeleri alarm veriyor. Yalnızca çiftçi değil, şehirli de, sanayici de, sokaktaki esnaf da aynı sessiz feryadı duyuyor: “Su tükeniyor.”

Toplum olarak yıllardır konuşulan bir gerçek var ama gereğini bir türlü yerine getiremiyoruz: Su israfı.

Evet, belki kimse bunu bilerek yapmıyor. Ama alışkanlıklarımız, duyarsızlıklarımız, “Bana bir şey olmaz” rehavetimiz, bu coğrafyanın en büyük varlığını hızla tüketiyor. Bahçeleri saatlerce sulayan otomatik sistemler, musluğu sonuna kadar açarak yapılan günlük işler, çamaşır ve bulaşık makinelerini yarım doldurup çalıştırmak, bir bardak su içmek için dakikalarca açık bırakılan çeşmeler…

Her damla kıymetsizmiş gibi davranıyoruz. Oysa bugün boşa akıttığımız bir litre su, yarın belki bir çocuğun içeceği tek su olacak.

Özellikle Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerindeki barajların doluluk oranı son yılların en düşük seviyesinde. Bazı şehirlerde artık “kritik eşikteyiz” ifadeleri bile durumu açıklamaya yetmiyor. Çünkü eşik çoktan aşıldı.

“Yağışlar ocak ayına kadar gelmezse, birçok bölgede tarımda ciddi kayıplar, şehirlerde de zorunlu su kesintileri kaçınılmaz.”

Bu cümle, bir “olasılık” değil. Gidişata bakıldığında, sert bir gerçekliğin habercisi.

İklim değişikliği artık bilimsel tartışmaların değil, hayatın tam merkezinde. Kuraklığın sebebi sadece yağışların azalması değil, aynı zamanda toprakla bağımızın zayıflaması, yeşili korumamamız, şehirleri betonla boğmamız, her karışı tüketmemiz…

Toprağın suyu tutacak kabiliyeti bile azalıyor artık. Yağmur yağsa bile toprak ememiyor; sel oluyor, taşkın oluyor, heba oluyor. Sonra yine aynı soruyu soruyoruz: “Neden bereket yok?”

Peki Ne Yapacağız? Devletin atacağı adımlar önemli.

Belediyelerin tasarruf planları da…Baraj yatırımları, yağmur suyu hasadı, tarımda modern sulama sistemleri, şehir planlamasında yeşil oranının artırılması… Ama en az bunlar kadar kritik bir şey daha var: Bireysel duyarlılık. Çünkü Türkiye su zengini bir ülke değil.

Ve bu ülkeye en büyük iyiliği yapacak olan, 85 milyonun küçük adımları. Musluğu açık bırakmamak. Günlük kullanımda minimum su tüketmek, çocuklara su bilinci aşılamak, evde, işte, sokakta her damlanın kıymetini bilmek, gereksiz sulama alışkanlıklarını terk etmek, yağmur suyu toplamayı hayatın bir parçası haline getirmek. Bu küçük gibi görünen her adım, yarınlarımız için dev bir adımdır.

Bu Ülkenin Suyu, Hepimizin Vicdanında Akıyor. Bugün yağmurun sessizliği aslında bize bir şey söylüyor: “Kendini düzeltmezsen, ben de gelmem.”

Gökyüzünün bu terk edişine kızmak yerine, önce kendimize bakmalıyız. Su, sadece bir kaynak değil, ekmeğimiz, nefesimiz, geleceğimiz. Suyu kaybetmek, yalnızca kuraklık demek değildir. Ülkenin bereketinin, huzurunun ve yaşam döngüsünün kırılması demektir.

Bu nedenle atacağımız her adım, yalnızca bugünü değil, çocuklarımızın yüzlerce yıl sonra içeceği suyu bile belirleyecek.

Su kıymettir. Kıymeti bilinsin ki, yarınlarımız kurumasın.