Ve korkulan oldu… ABD, her zamanki refleksiyle, İsrail’i korumak adına doğrudan İran’ı hedef aldı. Bu hamle, yalnızca Orta Doğu’yu değil, dünya genelinde dengeleri alt üst edebilecek bir savaşı tetikleme potansiyeli taşıyor. ABD’nin yıllardır sürdürdüğü tek taraflı İsrail politikası ve bu doğrultuda aldığı askeri kararlar, insanlığın kolektif güvenliğini hiçe sayarak, dünyanın en tehlikeli krizlerinden birine daha zemin hazırladı. Peki, bu müdahale yalnızca İsrail’i mi koruyor? Yoksa daha derin jeopolitik hesapların, enerji savaşlarının ve küresel hegemonyanın mı bir yansıması?
Amerika Birleşik Devletleri, uluslararası kamuoyuna sık sık “demokrasi, barış ve insan hakları” söylemleriyle seslenir. Ancak tarihsel pratiklerine bakıldığında bu söylemlerin, özellikle İsrail söz konusu olduğunda, nasıl kolayca rafa kaldırıldığını defalarca gördük.
Filistin’de yıllardır devam eden işgaller, çocukların hedef alındığı bombalı saldırılar, sivillerin katledilmesi… Tüm bu vahşetlere ABD’nin verdiği destek, yalnızca askeri yardımlarla sınırlı değil; aynı zamanda diplomatik kalkan görevi gören vetolarla, BM Güvenlik Konseyi’nde alınması gereken adalet kararlarının önünde bir engel olarak da karşımıza çıkıyor.
İran’a yönelik son saldırı, işte bu stratejinin yeni bir halkası. Bu, bir savunma hamlesi değil; bir güç gösterisi, bir sindirme politikası ve bir mesaj: “Biz kuralları koyarız, siz boyun eğersiniz.”
İsrail, kuruluşundan bu yana ABD’nin en sadık müttefiki olarak bilinir. Ancak bu ilişki, salt bir ittifakın ötesinde bir bağımlılık zinciridir. Her ne kadar İsrail, bölgenin “en güçlü ordularından biri” olarak lanse edilse de, askeri gücünün, teknolojisinin ve dış politikasının arkasında daima Washington’un gölgesi vardır.
İsrail’in saldırgan tutumu, sivil yerleşim yerlerine yönelik operasyonları, uluslararası hukuku ihlal eden yerleşim politikaları, ABD’nin bu koşulsuz desteğiyle şekillenmiştir.
ABD’nin İran’a saldırısı, aslında İsrail’in korkularının ABD’nin elleriyle ete kemiğe büründürülmesidir. Bu noktada sorulması gereken kritik soru şudur: ABD mi İsrail’i kontrol ediyor, yoksa İsrail politikaları mı ABD’yi yönlendiriyor?
İran, yıllardır Batı’nın ablukası, ambargoları ve propagandalarıyla köşeye sıkıştırılmaya çalışılıyor. Bu ülkenin her adımı “küresel tehdit” olarak lanse edilirken, İsrail’in nükleer silahları, işgal politikası ve insan hakları ihlalleri görmezden geliniyor. Bugün İran, yalnızca kendi topraklarını savunmakla kalmıyor; aynı zamanda tek taraflı dünya düzenine karşı bir duruş sergiliyor.
Uluslararası toplum, özellikle Batı dışı ülkeler ve bağımsız düşünce kuruluşları, bu saldırganlığı sorgulamalı ve İran’ın yanında durmalıdır. Bu, yalnızca İran’a destek olmak için değil, dünya barışını ve adaleti savunmak adına da elzemdir.
ABD’nin İran’a saldırısının ardından BM’nin acil toplanması umut verici bir gelişme gibi görünse de, geçmiş deneyimler bize bu toplantıların çoğunlukla sonuçsuz kaldığını gösteriyor. Zira ABD, veto yetkisini bir silah gibi kullanarak kendi politikalarının önünü açmakta ustalaşmış bir ülkedir.
Uluslararası hukuk, büyük güçlerin çıkarları karşısında sürekli olarak eğilip bükülmektedir. Bu durum, dünya kamuoyunda büyük bir güvensizlik yaratmakta; adaletin yalnızca güçlü olanın lehine işlediği algısını pekiştirmektedir.
ABD ve İsrail’in oluşturduğu bu ittifak, dünya barışı için tehdit oluşturmaya devam ediyor. Bu gerçeği değiştirmek, sadece devletlerin değil, halkların, aydınların, sivil toplumun ve tüm insanlığın sorumluluğudur. Artık tek kutuplu düzenin sorgulanması ve halkların kendi kaderini tayin hakkının tanınması için küresel bir bilinç gereklidir.
Sessizlik, zulmün ortaklığıdır. İran yalnız bırakılmamalı, Filistin unutulmamalı, adalet için ses yükseltilmelidir.