T24'ten Hazal Özvarış'a konuşan deneyimli gazeteci Özkök, siyasi serüveninden tepki toplayan sözlerine, Türkiye'nin güncel durumuna dek birçok soruya yanıt verdi.

Ertuğrul Özkök'ün röportajından dikkat çeken detayları sizler için derledik.

Ertuğrul Özkök, Türkiye İşçi Partisi ile başlayıp Cumhuriyet Halk Partisi ile devam eden, oradan Anavatan Partisi'ne yönelen, ANAP'tan sonra ise nereye evrildiğini söylemediği bir siyasi görüşe sahip. Sandıkta oyları bu güzergâhı seyrederken, ideolojik rotası, 12 Eylül 1980 darbesinin ardından sosyalizmden liberalliğe yöneldi. Sistemle uzlaşıya uzanan bu seyrinde vazgeçmedikleri listesinde milliyetçiliğin özel bir yeri oldu. Logosunda "Türkiye Türklerindir" yazısı olan Hürriyet'teki bu çizgiyi, siyasi iktidarların süratle değiştiği 1990'lar ve 2000'ler boyunca, genel yayın yönetmenliği koltuğunda oturduğu her gün, yeri geldiğinde yeniden tanımlayarak, icra etti.

Özkök'ü medya sahnesine çıkaran hikâyesi, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu'ndan mezun olduktan bir yıl sonra Paris II Üniversitesi'nde iletişim alanında doktora yapmasıyla başlıyor. Ardından Hacettepe Üniversitesi İşletme Bölümü'nde dersler vermeye başlayan Özkök, doçent olduğu bu süreçte, 12 Eylül 1980 darbesinden hemen sonra yayımlanmaya başlanan Arayış dergisinde, o sırada siyasi yasaklı olan Bülent Ecevit adına baş yazılar yazdı.

Kendisini pop-sosyolog ilan edeceği Hürriyet'e, Erol Simavi'nin sahipliği döneminde, 1986'da girdi. 1989'da yayın yönetmenliğine yükseldikten sonra Özköşk olarak da anılacak ölçüde Turgut Özal'a yakın oldu. Özal'ın beklenmeyen ölümüyle 1993'te Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel'in yerine Doğru Yol Partisi'nin başına (ve ardından başbakanlığa) Tansu Çiller'in geliş sürecini "Leydinin Topuk Sesleri" başlığıyla manşet yaptı, Çiller'e destek verdi.

Özkök, Aydın Doğan patronluğunda geçen 15 yıllık yayın yönetmenliği boyunca, eski Başbakan ve ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'la manşetler aracılığıyla konuştu, 28 Şubat sürecindeki haberleri nedeniyle, dönemin çok sayıdaki diğer gazeteleriyle birlikte eleştirildi.

Gazetecilik yaparken paylaştığı "Ben iş adamı oldum" görüşüyle de tartışılan Özkök, aynı süreçte Doğan Yayın Holding'i temsilen TÜSİAD üyesi oldu.

2003'te Irak Savaşı'na Türkiye'nin de katılmasını "20 yıl savaşmayan ordu körelir" görüşüyle savundu. 2006'da köşesinde kendine sorduğu "Darbe olursa destekler miyim?" sorusuna "Asla" yanıtı verdi, 2007'de verilen e-muhtıra ardından "Bu bildiri hepimiz için ayıptır. (…) Bunda herkesin yanlışlığı rol oynamıştır. Tabii her şeyden önce iktidarın" görüşünü paylaştı. 2007'de gazeteci Hrant Dink'in öldürülmesinin ardından Türklerin azınlıklar kadar eleştirel söz söyleme hakkının olmadığını savundu ve "Biz insan değil miyiz? (…) Yaşıyorsam şans eseri yaşıyorum" dedi. 2006-2009 arasında kadın cinayetlerini "töre cinayetleri" adı altında "asıl Kürt sorunu" olarak söz konusu etti.

Liste, Hürriyet söz konusu olunca "Vay Şerefsiz" gibi Türkiye'nin kamusal hafızasına kazınan manşetlerle ve unuttuklarımızla uzatılabilir. Bir söyleşi kapsamında tek tek üzerinden geçilmesi mümkün olmayan bu mazinin Hürriyet gibi bir gazetenin mutfağından nasıl çıkabildiğini sormak için T24 olarak Ertuğrul Özkök'ün kapısını çaldık. Özkök, 74 yıllık hayatının neredeyse yarısını geçirdiği Hürriyet'ten 2018'de gazeteyi alan Demirören ailesi tarafından geçtiğimiz ay gönderildi. 35 yıl aralıksız süren Hürriyet serüveninin ardından, eşinin adına gönderme içeren "Tansu'ya Mektuplar" başlığı altında yazdığı yazıları medyayla paylaşarak, köşe yazarlığını ilk kez herhangi bir kuruma bağlı olmadan sürdürüyor. 

"12 Eylül sabahı ilk hissiyatım, 'Hayatım kurtuldu' oldu"

- "12 Eylül darbesi tarihi 11 Eylül'den başlanarak yazılmalı" dediğiniz için darbeyi tam anlamıyla eleştirmediğiniz, hatta desteklediğiniz…

Hayır, desteklemedim! Benden başka kimse o dergide çalışmadı. Her şey bitti gitti, o zaman Aydınlar Bildirisi'ni yayınladılar, bana da geldiler imza atayım diye ama "Ben görevimi yaptım ve o zaman kimse yoktu" diye imzalamadım. Ama şu kadar dürüstlüğü olan her solcunun o sabah içinden hayatının kurtulduğu geçmediyse ben insan değilim! Bu desteklemek değildir.

Benim en yakın arkadaşım Bedrettin Cömert evimin 300 metre ötesinde öldürüldü. O zamanın ülkücüleri denilen kesimden 10 kişilik tehdit listesi aldık. Beytepe'deki (Hacettepe Üniversitesi kampüsü, T24) öğretim üyelerine üzerinde tabut olan mektup yolladılar. 1 numarada Ercan Eyüboğlu, 2 numarada Emre Kongar, 4 numarada ben, 6-7 numarada da Bedrettin vardı. Ve biz bu mektubu aldıktan bir ay sonra Bedrettin karısının yanında, arabanın içerisinde öldürüldü. Ben de her gece ev değiştiriyordum. Karım ve kızımla Emre Kongar'ın evinde kalıyorduk, çünkü onun silah yetkisi vardı. Kapı çalındığında ben elimde bıçak, Emre elinde silah kapıyı açmaya uğraşıyorduk. Böyle bir durumda 12 Eylül sabahı sıkıyönetim bildirisi okunurken ilk hissiyatım "Hayatım kurtuldu" oldu. Çok insani bir tavır bu, niye eleştiriliyor anlamıyorum.

- Sebeplerden biri, sizin hayatınızı kurtaran darbenin başkalarının hayatlarına mal olması olabilir mi?

Onunla bunun bir alakası yok. Ben insani olarak kendi hayatım, karımın, kızımın hayatı kurtuldu hissiyatı yaşadım. Bu samimiyetim eleştiriliyorsa eleştirilsin. Ama şunu söyleyeyim: Bu halk, anayasaya yüzde 92 evet oyu verdi. Ve kimse bana "şeffaf zarf" filan diyerek palavra atmasın.

- Bunu köşenizde de birkaç kez dile getirdiniz, buna karşı anayasa hukukçusu Prof. Murat Sevinç de…

Senin yaşında bir insanın bunu söylemesini anlarım çünkü sen o dönemi yaşamadın. "Ben yaşasaydım da senin dediğini demezdim" diyebilirsin, o senin tavrın olur ve benim böyle insanlara saygım var.

"Gazetede MİT'ten biri vardı ve biz onu biliyorduk"

- Yayın yönetmenliğine ilk geldiğinizde, Aydın Doğan'ın daha sonra "Milliyet biraz daha solda, Hürriyet devlet gazetesidir" diyerek tarifleyeceği Hürriyet'in devlet gazetesi olma niteliğine nerelerde tanık oldunuz?

Bir şey söyleyeyim mi sana; ben devletin Hürriyet ile ilişkisini hiç anlamadım. Hatta komplekse kapıldım. Bu kadar samimi anlatmama herkes gülüyor ama ister Ankara Temsilciliği'nde, ister yayın yönetmenliğimde ne MİT'ten kimse aradı beni ne devlet fazla ciddiye aldı. Ben genç bir solcuyken Hürriyet'le ilgili şöyle bir algım vardı: Bu Hürriyet'in devletin her tarafında adamı vardır ve her yerden haber geliyordur. Hiç öyle bir şey de yoktu, sadece polisten haberler geliyordu. Bütün iyi haberler Cumhuriyet'e gidiyordu.

- "Devlet gazetesi" derken aklımızda başka bir açı vardı ama konu açılmışken: En son eski MİT Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür, T24'ten Gökçer Tahincioğlu'na "Basında MİT'çi çoktur" dedi. Siz hiç Hürriyet içinde bu konuda bir soruşturma yürüttünüz mü?

Biri vardı ve biz onu biliyorduk (Ertuğrul Özkök, ismin açıklanmamasını istiyor). Kendisi daha sonra medyadan ayrıldı. Ama bu sadece Türkiye'de değil, Amerika'da da yok mu?

- Vardır ama biz şunu bilmiyoruz: Gazete içinde MİT çalışanı olduğu bilinen biri varsa onunla ne paylaşılır, ne saklanır ve bekçiliği nasıl işler?

Hiç "içimizde MİT vardır, şu haberi saklayayım" gibi bir düşüncem olmadı. Niye biliyor musun? Kimse inanmıyor ama ben biraz safım, insanlara güvenirim. İnsanlara dair bir şeyler kesin olarak ortaya çıkıncaya kadar arkadaşlarıma şüpheci yaklaşmam.

- Bir tarafta Türkiye'nin en büyük kurumlarından istihbarat servisi, diğer tarafta ülkenin en büyük gazetesi Hürriyet var. İlişkilenmeyi yok saymak saflıkla açıklanabilir mi?

Seninle şu konuda anlaşamıyoruz: Sen genç bir insan olarak hep bir şüpheci sorgulayıcılık içindesin, ben değilim. İster buna saflık, ister aptallık deyin ama ben böyleyim. Arkadaşlarımla ilgili hiçbir zaman şüpheci davranmadım. Dönemimde bana zarar verecek bir şey olup olmadığını da bilmiyorum.

- Bu kattan yayına müdahale oldu mu?

Hiç öyle bir şey olmadı.

"Hürriyet'in tüm manşetlerini ben attım; en eleştirilenleri de en beğenilenleri de"

- Manşetler 13.00'teki toplantıda mı atılıyordu?

Öyle oluyordu ama o dönemde şehir ve taşra baskıları çok değişiyordu. Barda oturuyorduk, yeni haberler geliyordu ve manşetleri değiştiriyorduk. Bunu patronlar çok sevmezdi çünkü matbaada kalıp değişiyordu, dolayısıyla bazen baskı gecikebiliyordu. Ama biz bir tür gazetecilik kabiliyeti olarak görüyorduk.

- Tüm güne yayılan bu mesaiden çıkan Hürriyet'in bazı ikonik manşetlerini soracağız ama önce sizinkileri sorsak: Hangi Hürriyet manşetleri aklınızda kaldı?

Aklımda kalanlar zaten Türkiye'nin manşetleri oldu. Örneğin, Tansu Çiller gelirken attığımız "Leydinin Topuk Sesleri".

- O manşeti siz mi attınız?

Evet.

- Hürriyet'in çıkardığı Yazanların Kaleminden Manşetlerin Öyküsü kitabında Faruk Bildirici o manşeti Erol Simavi'nin Çiller ailesiyle özel görüşmelerinden hareketle akşam sizi telefonla arayarak verdiğini yazıyor.

Erol Bey, hiçbir zaman gazete çıkmadan önce manşetleri öğrenmedi. Şu anda tartışılan Hürriyet'in bütün manşetlerini ben attım, en eleştirilenleri de en beğenilenleri de.

"Ahmet Kaya'nın mezarına gittim, daha ne yapayım?"

- Geçmişi başka bir açıdan sorsam: 80'lerden itibaren savunduğunuz liberal yaklaşım Hürriyet'e hangi meselelerde fazla geldi, nerelerde törpülendi?

Eğer iyi bir entelektüelsen çalıştığın medyayla yüzde 100 aynı görüşte olma ihtimalin yok. Taraf'ta çalışanların hepsi Taraf'la mutabık mıydı? Sen de T24'le değilsindir. Çünkü tek bir kimliğimiz yok bizim. Yapmak istediğin Hürriyet bu muydu diye sorarsan; hayır, değildi. Çok başka bir şey yapardım ama benim jonglörlük, dansözlük dediğim şey bu. Medyayı yönetirken bir sürü şeyi yönetmek zorundasın. Ama bana yönetme konusunda asıl sıkıntı veren bunlar değil, köşe yazarları egolarını yönetmekti. Herkes bana soruyor ama kimse Emin Çölaşan'a sormuyor, çünkü o konuşmuyor. Konuşan ben olunca herkes acısını benden çıkarıyor. Koskoca New York Times, Irak Savaşı'nın çıkışında yanlış belgeleri yayımlamadı mı? Siz bana andıç soruyorsunuz hâlâ. Dünyanın en ciddi gazetesi Le Monde'un hatalarının yüzde 1'ini yapsam beni bu memlekette asarlardı. Kimse samimiyetime inanmıyor. Şunu yazmayı unutma, en azından bir konuda hakkımı ver: Geçmişle hesaplaşma konusunda benden daha cesur kimse yok bu ülkede! Öbür gazetecilerin de gücü başkalarını sorgulamaya yetmiyor. Ben Ahmet Kaya'nın mezarına gittim, daha ne yapayım? Ali Tatar'a o manşetleri atanlardan bir tanesi onun mezarının başına gidip "Ben kötü bir şey yaptım" deme cesaretine sahip mi?