İnsanın özellikle de aklı başında dindar Müslümanların tarihsel süreçte yola çıkarken yanlarına aldıkları asıl değerlerin, her daim insanı insan yapan temel unsurlar olduğu unutulmamalıdır. Bu tutumun her ne olursa oldun insanı aslî ve kalıcı değerlerine yaklaştırdığı muhakkaktır. Buna en güzel örneklerden birisi olan Sokrates’in Atina Halk Mahkemesi'nde söylediği şu söz, değil insanlığın bütün din, sosyal ve de ahlâk değerlerinin beslendiği pınar, insanların adalet duygusunu imar eden baskın tutum olmalıdır. “Balık için su ne ise savunma için de özgürlük odur.”

İnsanın hakikat özlemi oldukça kadim bir yeteneği hatta beklentisi gibidir. Eğer ki o, kendi kendisini şartlamamışsa doğru ve hakikatin yanında durmakla, var oluşunun en değerli duruşunu göstermiş olacaktır. Çünkü insanın varlık ve yolculuk konsepti olarak yola çıktığı temel ve sağlıklı ilke hatta yönelim bunları kapsamaktadır. O nedenle sözün bu aşamasında Profesör Leon Festinger’in dediği gibi: “Bir insanın inançlarıyla davranışları arasında uyumsuzluk çıkınca üç türlü tepki verir: Ya davranışını, ya gerçeklik algısını ya da değerlerini değiştirir.” Genelde ona hayat veren her türlü eğitimini Yaratıcısından ilham alan insanın yanlış olan davranışını değiştirme erdemin gösterecek olması, onun ne denli güçlü bir tercih yeteneğine sahip olduğuna da işaret etmektedir.

Buna karşılık olarak zaman içinde insanların tembelliğe doğru koşar adım ilerlediğini de görmekteyiz. Bu ilerleyişi en güzel şekilde ifade eden bilge insan Aliya İzzetbegoviç: “Mehdi bizim tembelliğimizin adıdır.” demek suretiyle, hem çaresizlik ve hem de kurnazlığın değersiz bir şey olduğunu göstermek istemiştir. Kanımızca Mehdi, Mesih ya da Kurtarıcı algısı denilen bu düşünce ya da beklentinin hemen her millette bir şekilde olması demek, oluşan adaletsizlikleri çözme iradesine bağlanmalıdır. Elde edebildiğimiz kadarıyla umutsuz ve de zayıf insanların tutundukları bu inanç, zamanla hem din adamlarını ve hem de siyasetçilerin işine geldiğinden ötürü, insanlığın dinsel yaklaşımını bir parçası durumuna gelmiş gibidir. Üstelik şu örneklerde olduğu kadarıyla bu kabul azımsanamayacak derecede bir kitleyi esir almış olmakla hiç de masum bir yaklaşım değildir. Gelin bu noktada akıllı dindarlar düşen esas görev, pirincin taşını ayıklamaktan ibarettir diyebiliriz.

İnsan ve toplumların siyasetle olan ilişkilerinde yeterlilik, uzmanlık, hizmet ve görev bilincinin öne alınması demek, “işi ehline verme” iradesinin gerçek tercihi gibidir. Böylesi kişilerin sadece işe odaklanarak insan ve toplumların kalkınması için çalıştığı görülecektir. Adam kayırma, torpil ve de bizden olanın tercihinin sisteme musallat olmadığı her yerde akıl sahibi kişilerin yola çıkacağı değer ve kişiler, işinin uzmanı olan fertler olmalıdır. Belki de bu sebepledir ki, bir Hint Atasözündeki şu uyarıyı kulaklarımıza küpe etmeliyiz: “Eğer birileri oturduğu koltuktan kalkmakta sıkıntı yaşıyorsa, kesin altını kirletmiştir.”

İnsanın olası yaşam sürecinde “kısa günün kârı” gibi pratik çözümlere yöneldiği bilinen bir gerçektir. İşbu nedenden ötürü o, olacak ya da olmayacak şeyler konusunda oldukça yaratıcı bir dil kullanmayı becerebilmiştir. Bu derece aktif ve de pratik olan insanın zaman içinde “Fortuna” yani kısmet, şans ve kader tanrıçasına ya da onun muadili olgulara bel bağlaması, yine insanın adaletsiz bir dünya kurmasıyla ilişkilidir diyebiliriz. Roma mitolojisinde talihin kendisinden sorulduğu bu yapay tanrı, bugün için Müslümanları da esir almışsa, kabahat sadece onan inanan halkta değil, halkı bir anlamda çaresiz ve de alternatifsiz bırakan siyasetçilerdedir. Bugün dahi insanca yaşama adına her çareye başvurmayı deneyen ve de bu uğurda öne aldığı şans oyunlarının ekonominin ve sosyal hayatın oldukça bozuk dönemlerinde depreşmesi ise bu gereksinimi hızla ortaya koymaktadır. Binaenaleyh herhangi bir şeyin haram olması başka, onu kişisel ve toplumsal kurtuluş adına bir seçenek olarak sunmak ise bambaşka bir süreç olsa gerek.

Biz insanların en değerli vasfı, herhâlde sorun üretmek ve de ürettiği sorunları çözebilme güç ve iradesine sahip olmaktır diyebiliriz. İnsanlığın ortak mirası gibi olan bazı şahsiyetler vardır ki, ettikleri sözler onların ölümlerinden sonra daha bir kıymet kazanır. Bunlardan birisi olan Tolstoy’un şu tavsiyeleri kulaklara küpe olmalıdır denilse yeridir: “Cahil insanlarla tartışmaktan kaçının, başınıza gelen talihsizlikleri çabuk kabullen, kişiler ve olaylar hakkında daha az konuş, sorunlara üzülme çözüme odaklan, başkalarının hatalarını daha az yargıla, canını sıkanları hayatından çıkar.” Bunların yapılması demek, kişilerin daha realist ve daha sorun çözücü bir seviyeye yükselmesi anlamına gelecektir.

Benzer şekilde, savaş ve siyaset konusunda oldukça deneyimli olan Napolyon’un insan tercihlerine ışık tutacak şu sözüne kulak verirsek, neyi nerede kullanma konusunda daha titiz davranabiliriz herhâlde: “Kılıçla her şeyi yapabilirsiniz ama üstüne oturamazsınız.” Onun bu sözü, her zaman sorun çözmede uygun ve de geçerli bir şekli bulma iradesinin araştırılmasına işaret etmekle, sorunla doğrudan muhatap olan akıl sahibi insanın bu konudaki becerisine işaret etmektedir. Aklı başında olan insanların yola çıkarken elde olan bazı çözüm yollarını etkin kullanması demek olan bu yaklaşım, insanın sorun üretmekten çok sorun çözen bir varlık olması gerektiğini daha canlı tutmaktadır.

İnsana en çok yakışan tutum olan “akleden dindarlık” seçeneği ile yola çıkarken dikkat etmesi gereken bir şey de, bahsettiği unsurların gerçekle örtüşmesi durumu olmalıdır. Modern çağın vebası denilen şey, herhâlde “bilgi kirliliği” gerçeğidir desek yeridir. Mesela bunlardan birisi, bebeğin topuk iziyle annenin parmak izinin birebir ve de aynı olduğu kabulünü tedavüle sürenler, esasında Yaratıcı’nın imzasını attığı oluşumlardan bahsederken, bir dönem arıların peteklerde Allah yazdığını söylenmesi gibi oldukça kolaycılığa kaçan bir yaklaşımdır. Oysaki insanın yola çıktığı asıl şey, varlığı tanıma ve kendinin olası sınırlarını görme aşaması olmalıdır. Asparagas haber ve bilgilerle kişileri geçici olarak dindar yapabilirsiniz, ancak onun hakikati gördüğünde dine düşman olmasını önleyemezsiniz.

Dünya hayatı Shakespeare’in dediği gibi: “Artık iyi olanların değil, iyi oynayanların dünyası burası…” sözünü halklı çıkarmamalıdır. Çünkü insanın olumlu değerlerinin olumsuz değerlerinden daha çok olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Bu sebepledir ki Yüce Allah, onu doğrudan muhatap almakla, ayrı bir değer verme seçeneğini devreye sokmuştur. Dünya hayatının inşasında insan ile yola çıkan bir Tanrı’nın ona güvenmemesi söz konusu olamazsa, insan olan bizlerin yine insana güvenmemiz, ancak son derece dikkatli ve de titiz olmamız gerektiği de açıktır.

Müslümanın yola çıktığı temel ilkelerin başında gelen takva unsuru, milletler bazında nasyonal, bencil, kibirli ve ötekileştiren bir sürecin tetikleyicisi olmamalıdır. Bu demek değildir ki, milletlerin özel tutum ve davranışları olmasın ve herkes birbirine benzesin. Tabiidir ki bu yaklaşım Allah’ın koyduğu sünnetullah yasalarına da aykırı bir istektir. O nedenle, insan ve toplumları eğiten ve de yetiştiren ortak değerlerin dışında her kişi, toplum ve millet, kendi öz değerleri ile dinin önerdikleriyle sağlıklı bir uyum içine girmelidir ki, din denilen olgu, her toplumu muhatap alabilsin. Gelinen bu nokta Ali Şeriati’nin dediği gibidir: “Ne Ebu Bekir Sünni, ne ali Şii, ne Musa Yahudi, ne İsa Hıristiyandı. Onların bundan haberi bile yoktu.” Bu yaklaşımın Anadolucasında ise Âşık Mahsunî söze şöyle girmektedir: “Bu yaylada ikimizin hakkı var/Neden olsun sümbül senin kar benim.”

Bugün için yola çıktıklarımız değerlerin dünden beslendiği ve tarihin bu beslenmede son derece etkin bir faktör olduğunu bilmek durumundayız. Belki de dün olgusunu bugünü anlama noktasında olası bir seçenek kılmanın insan olgusunu tanıma adına son derece yararlı bir süreci ortaya koyduğunu bilmek lazımdır. Haddizatında bu yaklaşıma veri sunan: “Tarih nedir? Gelecekte geçmişin yankısı” diyen Victor Hugo’nun bize söylemek istediği bir şeyler de olmalıdır. Geleceği yaşayan kişilerin geçmişten ders almasını ve yola devam ederken bu adımla işe başlamasını salık veren bu yaklaşım, insanın ders alıp gözlem yapabilen bir varlık olduğunu açıkça göstermektedir.

Abdullah b. Ömer’in dediği gibi, “İnsanın en fazla temiz tutması gereken organı dilidir.” Hayata anlam katan bu sözün yaşanmış bir tecrübeden sızdığı unutulmamalıdır. Hem, kim olursa olsun hemen her muhatabımızı yola çıkacağımız bir kişi olarak bakabilirsek, dil ve kalbin hatta eylemlerin bu yolculuğun baş azığı olduğunu akıldan çıkarmamamız gerektiğini daha yakından anlayabiliriz. Hatta bu yaklaşımı milletlerin ilkesel bazda kardeşliğini öne alma noktasında günümüzde daha bir özlemle ve de iştiyakla öne almalıyız demek hata değildir. Bunun yanında başka bir coğrafyanın çocuğu olan bilim insanı Maverdî’nin dediğini de birlikte ele aldığımızda, onun: “Göz, dilden daha çok sırları ortaya koyar” dediğine de kulak verirsek, insanın hayatı anlayan ve de anlamlandıran organlarının yol boyunca kendisine ne denli katkı sunacağını daha yakından anlama fırsatımız olacaktır.

Buraya kadar söylediklerimize başka bir kültürün beslediği düşünür olan Karl R. Popper’ın yaklaşımlarını da katarsak, insan olan varlığın doğu-batı-kuzey-güney fark etmeksizin hakikati arama noktasında belli bir iştiyakının olduğunu yakından görebiliriz. Kendi kültür dünyasında mesele sahibi olan adamlardan birisi olan Popper, mevcut problemi çözer temasını dile getirdiği şu söz, herhalde bizlerin de kulak vermemiz gereken bir tespitidir: “Bilim problem çözerek ilerler.” Tabiidir ki, onun bu tespiti, sadece kendisinin değil, bütün olarak insanlığın çıktığı bu yolda kendisine yardımcı olacak bir tutum gibidir. Benzer şekilde, netice olarak sorun çözme adına tembel hatta karşıt bir noktada duranlar için de şunu diyelim ki, sorun üreten zihinleri daha yakından tanımış olalım. İşbu mantığı anlama adına: “Kendini beğenmiş insanlar, başkalarını kendine hayran sanar” diyen Antoine de Saint Exupery, her daim hakikati arama aşamasında insan ve insanlığı esir alan yıkıcı bir tutuma açıkça işaret etmektedir.

Yüce Allah’ın doğrudan muhatabı olmakla kalmayıp, dünyanın imarı görevini tevdi etmiş olduğu beşerin daha iyi olması hedefiyle yola çıktığımız her ortam ve ilke, gelişim ve değişim açısından bizlerde belli bir birikimin olmasını elzem kılmaktadır diyebiliriz. Bu noktada dile getirilmelidir ki, başkasının tecrübelerinden de yararlanmasını bilen insanın insanlık adına ortaya koyacağı oldukça fazla şeyin olması işten bile değildir. Hem, kendi hamurunu unutmadan yanlış ve eksik olan yanlarını görmeyi hedefleyen insanı yetiştirmek, bizlerin insanlık adına ilkesel duruşu sergilediğimiz en önemli nokta gibidir. İnsanoğlunu yola çıkarken dahi eğiten değerlere aşina olması adına bu noktada sözü Edip Cansever’in şu dizesiyle bitirmek herhâlde daha uygun olacak gibidir: “İnsan, yaşadığı yere benzer / O yerin suyuna, o yerin toprağına…” Doğru söze ne denir ki!

Yeni Journal’da yayımlanan köşe yazıları, yazarların kendi görüşlerini yansıtmaktadır. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlara aittir.