Bazen tuhaf bir keder hissi içinde yakalarım kendimi. Ruhum sıkışır, sırtımı utanç verici bir ter, ani bir sel baskını gibi, basar. Dişlerimi sıktığımı ancak çenemde ağrılar hissedince anlarım. O anın geceye yansıması elbette uykusuzluk olur. Huzurum kaçar ve tek eğlencem olan çaydan bile, tat alamam. Konuşmak bile bana zülüm gibi gelir. Ellerimin titremesine hâkim olamam. Sanki yeryüzünün işlenmiş bütün günahlarına yataklık yapmışım, iğrenç bir iş birliğinin paslı bir dişlisiymişim gibi hissederim. Galiba lanetlendim diye düşünürüm. Kafamın içinde yakamı bırakmayan ve beni huzursuz eden soru şu olur.​

Ötekinden nefret etmek için, bu kadar kötücül duyguları ne zamandan beridir besliyoruz biz; hepimiz? Bu kadar kini, bu kadar öç alma duygusunu ne zamandan beridir biriktirdik? Ne zamandan beridir birbirimize sırtımızı döndük ve ötekinin kötülüğünden başka bir şey dilemez olduk?​

Başkasının mutsuzluğu üzerine mutluluk aramanın mezarlıkta gece kondu inşa etmek anlamına geldiğini ne zaman unuttuk. Daha doğrusu birbirimizi duymamayı seçerek, birbirimize sırtımızı dönmeyi ne zaman öğrendik? Birine sırt dönmeyi bir erdem haline getiren nedenler nasıl oldu da övünç kaynağı olan dünya görüşümüze dönüştü. Birbirimize sırtımızı dönmeyi bir marifet, yüceltilecek bir değer olarak görüyorsak neden hala birlikte yaşamak için ısrar ediyoruz? Acılardan zevk mi alıyoruz? Acıları görmezlikten gelmek kime ne kazandırıyor?​

Bu ve daha da uzayacak olan zülüm ve acılar listesini uzatırsam, birileri benzer soruları çok safça bulabilir? Olsun bulsun. Zere kadar umursamıyorum nasıl algılandığımı. Orta yerde bu kadar kötülük varken, bana aptal denilmesi en son derdim olsun. Elbette sosyolojik ve politik gerçekleri en az herkes kadar biliyorum. Devlet denilen aygıtı eline geçirenlerimizi onu hiç kimseyle paylaşmak istemiyor; sanki dedesinde kalma miras gibi, onu herkesten uzak tutarak, kıskançlıkla koruyor.​

Cumhuriyet kurulurken de birileri ötekileri merkezden kovarak, taşraya mahkûm etti. Taşra merkez mücadelesine dört buçuk askeri darbe sığdı. İktidar olan ötekine hayat hakkı tanımak istemedi, onun yerine kendi hayat tarzını dayattı. Dayatmalar bir tür güvence haline getirilmeye çalışıldı. Kendine yabancı bir hayat tarzının dayatmasına maruz kalanlar, elbette bir miktar öfke biriktirirler, kim bilir belki de bir miktar nefreti de öğrenirler. Hatta belki de öç alma duyguları da kamçılanır. Bunu anlıyorum ve bunun içinde bir miktar mağduriyet duygusunun da olduğuna inanıyorum. Ama esasen bu durumun kendi başına bir hayat tarzına dönüşmesine inanamıyorum. Bir fasit daire, sonsuz derece dönen bir dönme dolap olmasını aklım almıyor.​

Sonuç olarak birbirimizi af edemez hale geldik. Bir yerlerde bir vakit okumuştum. Filozofun biri şöyle diyordu ‘’ anlamak yarıya af etmek demektir’’ Birbirimizi anlamadığımız kesindir; çünkü birbirini anlayanlar, birbirleriyle temas etmek için kapıyı aralama cesareti gösterenlerdir. Temas yoksa düşmanlık vardır. Sırası gelen ‘’kapıda kör bıçakla bekliyor’’ demektir.​

​ Şimdi siz bana, Türkiye’nin herkesin ötekine sırası geldiğinde zorbalık yapmak için, pusuda beklediği bir ülkedir midir diyorsunuz? Buna inanmam için, herkesin elinden gelenin en iyisini, en orijinalini nefret ambalajıyla süsleyip, dolaşıma soktuğunu mu söylemek istiyorsunuz? Türkiye’nin kaderi budur, ona başka da bir kader yazılamaz mı diyorsunuz?​

Yeni Journal’da yayımlanan köşe yazıları, yazarların kendi görüşlerini yansıtmaktadır. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlara aittir.