Ortadoğu, onlarca yıldır emperyal çıkarların, işgallerin ve vekalet savaşlarının sahnesi olmuş bir coğrafyadır. Bu karmaşık denklemde İsrail, askeri gücü, Batı’dan aldığı sınırsız destek ve yayılmacı hedefleriyle bölgenin istikrarına en büyük tehdidi oluşturan aktörlerden biridir.
Filistin topraklarında başlayan işgal politikası, zamanla bölgesel bir mühendisliğe dönüşmüş; Lübnan, Gazze, İran ve en son olarak Suriye’ye yöneltilen saldırılarla daha da pervasızlaşmıştır. İsrail artık sadece bir devlet değil; bir güvenlik tehdidi, bir emperyal maşası ve kanla beslenen bir istikrarsızlık aracı haline gelmiştir.
1948 yılında kurulan İsrail, kuruluşundan itibaren çevresindeki Arap halklarına karşı düşmanca bir tutum sergilemiş, sınırlarını sürekli genişletmeye çalışmıştır. Bu genişleme yalnızca coğrafi anlamda değil; nüfuz, istihbarat ve askeri baskı yoluyla da gerçekleşmiştir. Siyonist ideolojiye göre İsrail, “vaat edilmiş topraklara” ulaşmalı, bunun için gerekirse savaş, işgal ve etnik temizlik dahil her yolu meşru saymalıdır.
Son dönemde İsrail’in Suriye’ye yönelik saldırı ve planları artmıştır. Bu saldırılar genellikle “İran’a ait silah sevkiyatlarını hedefleme” iddiasıyla meşrulaştırılsa da, asıl amaç çok daha derin ve tehlikelidir: Suriye’yi istikrarsızlaştırmak, toprak bütünlüğünü zayıflatmak ve bölgesel denklemde İsrail’in lehine bir boşluk yaratmak.
İç savaşla boğuşan, ekonomisi çöken ve uluslararası ambargo altında ezilen Suriye, İsrail için kolay bir hedef haline gelmiştir. Tel Aviv yönetimi bu durumu fırsata çevirmekte, her saldırı ile hem askeri hem psikolojik üstünlük kurmaya çalışmaktadır. Esad rejiminin İran’la yakınlığı bahane edilerek yapılan bu saldırılar, aslında Suriye’yi uzun vadede parçalama planının parçasıdır.
İsrail’in Ortadoğu’daki politikaları rastlantısal değildir. Yıllardır çeşitli strateji belgelerinde ve düşünce kuruluşlarında dillendirilen “Yeni Ortadoğu” planı, İsrail’in güvenliğini sağlama bahanesiyle çevresindeki ülkelerin parçalanmasını öngörmektedir. Irak’ta yaşananlar bu planın birinci aşamasıydı. Suriye’de devam eden süreç ikinci aşamayı temsil ediyor. Lübnan ise sıradaki hedef olabilir. Bu planın temelinde şunlar yatıyor:
Bölgesel rakiplerin zayıflatılması: İran, Hizbullah ve Suriye gibi İsrail’e direnen cephelerin etkisiz hale getirilmesi.
Enerji yollarının kontrolü: Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarına erişim ve bu kaynakların Avrupa’ya transferinin İsrail üzerinden yapılması.
İç kamuoyunun yönlendirilmesi: Sürekli bir “tehdit” algısı yaratarak İsrail içindeki toplumsal ve siyasi muhalefetin bastırılması.
İsrail’in bu saldırgan politikaları karşısında Batı dünyası ya sessiz kalmakta ya da açıkça destek vermektedir. Özellikle ABD, İsrail’in her saldırısını “meşru müdafaa” olarak nitelendirmekte, BMGK kararlarını veto ederek Tel Aviv’in uluslararası hukuk tanımazlığına ortak olmaktadır. Bu çifte standart, sadece İsrail’i değil, tüm bölgeyi kaosa sürüklemektedir.
Bugün geldiğimiz noktada İsrail, sadece Filistin için değil; Suriye, Lübnan, İran ve hatta tüm bölge için bir tehdit haline gelmiştir. Sınır tanımayan askeri operasyonlar, bölgesel egemenliklere saygı göstermeme ve istihbarat üzerinden çevre ülkelerde karışıklık çıkarma çabaları, İsrail’in artık bir devlet olmaktan öte, Ortadoğu’da sürekli kriz üreten bir “istikrarsızlık fabrikası”na dönüştüğünü göstermektedir.
Ortadoğu halklarının refahı, barışı ve güvenliği için ilk adım, İsrail’in saldırgan politikalarının durdurulmasıdır. Uluslararası toplum, çifte standardı bırakmalı; uluslararası hukuk herkes için geçerli olmalıdır. Aksi halde İsrail’in her saldırısı, bölgeyi daha fazla kana boğacak, barış ihtimalini daha da uzaklaştıracaktır.