Küçük bir çocukken bir film izlemiştim…
İlk defa orada tanıdım Dicle’yi.
Filmde, Diyarbakır’dan İstanbul’a kan davası için giden bir adam aşkı şöyle anlatıyordu:
“Gözleri Dicle gibidir…Hani biraz fazla baksan, boğulacağından korkarsın.”
O cümle, yıllar geçti ama hafızamdan hiç silinmedi. Çünkü o gün Dicle benim için yalnızca bir nehir değil, bir duyguydu; derin, dingin ama bir o kadar da kutsal. Tıpkı hayat gibi, tıpkı insan gibi…
Bugün o Dicle, efsanelerin, türkülerinin, masalların nehridir hâlâ.
Ama bu kez adını bir filmde değil, bir dava dosyasında duyuyoruz.
Çünkü artık ona “Sen nehir değilsin” diyorlar.
Evet, yanlış duymadınız…
Ortadoğu’nun en önemli su kaynağı, binlerce yıllık Dicle, resmiyette Diyarbakır’dan geçen kısmında “nehir” olarak tanımlanmıyor.
Diyarbakır Barosu ve Ekoloji Derneği’nin çözüme kavuşturmaya çalıştığı, aslında sadece bir idari boşluk değil, insanın doğayla kurduğu hoyrat ilişkinin aynası.
1992’de çıkarılan yönetmeliğe göre Dicle’nin yalnızca Bismil’den Suriye sınırına kadar uzanan kısmı “nehir” sayılıyor.
Oysa Diyarbakır merkezinden Bismil’e kadar olan o uzun, o kadim 100 kilometrelik bölüm — yani Hevsel Bahçeleri’nin can damarı — “statüsüz.”
Statüsüz…
Bir nehir için bundan daha incitici bir kelime olabilir mi?
Çünkü “statüsüz” demek, “sahipsiz” demek.
Korunmayan, kirlenmeye açık, sessizliğe terk edilmiş demek.
Bugün o bölümde kum ocakları, pamuk fabrikaları, betonarme yapılar ve kafeler yükseliyor.
Bir zamanlar şiirlerin, efsanelerin geçtiği yerlerde artık zehir saçar hale geldi.
Ve en çok da Hevsel Bahçeleri’ni incitiyor bu durum…
UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki o bereketli topraklar, şimdi “nehir statüsünde olmayan bir nehir”in gölgesinde, korumasız bir kaderle baş başa.
Bir nehrin statüsünü elinden almak, aslında onun ruhunu inkâr etmektir.
Dicle, sadece bir su değil; Diyarbakır’ın kalbi, Mezopotamya’nın dili, geçmişin ve geleceğin arasında akan bir zamandır.
Onu kaybetmek, yalnızca doğayı değil; kimliğimizi, sesimizi, tarihimizin yankısını kaybetmek olur.
Diyarbakır Barosu’nun başlattığı hukuki mücadele bu yüzden sıradan bir dava değildir.
Bu, bir adalet arayışı, bir vefa çağrısıdır.
Eğer başvuru kabul edilirse, Dicle yeniden “nehir” olarak tanınacak. Kıyı kenar çizgisi belirlenecek, yapılaşma sınırlanacak, suyun sesi yeniden duyulacak.
Ama belki de mesele bundan daha derin…
Belki de asıl mesele, Dicle’ye değil; kendi vicdanımıza dönüp şu soruyu sormakta:
Bir nehrin “nehir” sayılmadığı bir dünyada, biz ne kadar insan kalabildik?
Ve ben o filmdeki cümleyi yine hatırlıyorum:
“Gözleri Dicle gibidir…”
Evet, biraz fazla baksan boğulacağından korkarsın.
Ama belki de artık, korkmadan bakmanın zamanı geldi.
Çünkü Dicle yalnızca su değildir…
Dicle, bu toprakların kalp atışıdır.
Belki de bu hikâye, insanın doğayla kurduğu en ironik cümledir:
“Bir nehir var, ama resmiyette yok.”
Saygıyla, onurla, yürekle…