Batman’da Kısmet Mahallesi’ndeki evimiz toprak damlıydı. Evin giriş kapısı sokağa bakıyordu. İçeriye girildiğinde, genişçe bir holün iki yanına dizili üçer odadan oluşan toplam altı odalı bir evdi. Holün öteki kapısı, yazın gölgesinde oturduğumuz büyük bir dut ağacının orta yerine dikildiği geniş bir avluya açılırdı. Avlunun sağ yanında tuvalet, odunluk ve kilerden oluşan üç yapı daha vardı. Sol tarafında annemin tandırı ve komşumuz Hacı Yusuf’un eviyle ortaklaşa kullandığımız kuyumuz vardı.

Avlunun dip sınırında babamın vazgeçilmezi, küçük dikdörtgen maydanoz tarlası yer alırdı. Tarla dememin nedeni saksı ya da başka bir şey kullanmak yerine babamın maydanozları doğrudan toprağa ekmiş olmasıydı. Evde misafir hiç eksik olmazdı. Babamın misafirleri, aşiretin ileri gelenleri olurdu. Gelen her misafir babamdan daha çok babaanneme saygı gösterirdi. O zamanlar babaannem vekaletini babama devretmişti. Ama ihtilaflı her durumda son sözü yine babaannem söyler ve herkes onun adaletine uyardı. Babamın çok cesur olduğu söylenirdi ama buna rağmen babaannemden ödü kopardı. Aslında aşiretin ve evin gerçek hamisi babaannemdi.​

Ben doğduğum da babaannem Şero, anneme nispet yaparcasına beni sahiplenmiş, deyim yerinde geline rağmen ikinci çocuğa el koymuştu. Ağabeyim annemin çocuğu ben ise babaannemin çocuğuydum. Ben doğar doğmaz, ilk çişimi avuçlamış ve yüzüme sürmüş, neden böyle yaptın diye soranlara da ‘’hiç kimsenin karşısına yüzünde utanç ifadesi oluşmasın diye yaptım’’ demiş.

Ben onun hikayeleriyle büyüdüm. Hikayeleri dediğim şey aslında onun hayatının hikayeleriydi. İki kez evlenmiş, iki kocası da öldürülmüştü. İlk kocası Kürt gönüllülerle birlikte önce İstanbul’a gelmiş oradan da Çanakkale’ye gönderilmiş ve Çanakkale’den bir daha geri dönmemişti. On yıl beklemişti kocasının geri dönmesini ama o dönmedi ve geleneklere uygun olarak, onu kocasının en büyük erkek kardeşiyle evlendirmişler.​

Şêx Said ayaklanmasının bastırılmasından sonra, devlet kendi otoritesini tesis etmek için, büyük bir tasfiye hareketi gerçekleştirdi. Özellikle de aşiret reisleri ve aşiret ilişkileri hedef alındı. Zorbalık o kadar büyüdü ki literatüre jandarma baskısı olarak geçti. Zilan’da yapılan büyük katliamlardan sonra sıra Mardin Savur aşiretlerine geldi. Ne devletin ne de jandarmanın, zorbalık ve taleplerinin sonu gelmiyordu. Genel Kurmay Başkanlığı arşivlerinde Savur ayaklanması denilen ayaklanma böyle başladı.​ Bu ayaklanmayı hem babaannem anlattı bana hem de Dêrawera aşiretinin ileri gelenlerinden​dedemin amcaoğlu Hacı Selim anlattı.​

Hem ‘’Kamçur’’ (vergi) hem de aşağılanmalara artık tahammül edemez bir noktaya gelmiştik. Dêrawera aşiret divanı, Birîva köyünde toplandı ve o toplantıdan karşılık verme kararı çıktı. Otuz beş köydük. Her köy kendini savunacaktı. Böylece silaha sarıldık. Önce mevcut kuvvetleri püskürttük. Sonra hükümet takviye kuvvetler gönderince, ancak iki ay dayanabildik ve çatışa çatışa, Suriye sınırına ulaşıp, oradan da Kamışlo yakınlarında bir yerde konakladık.​

Babaannemde Hacı Selim’in anlattıklarını doğruluyordu; ‘’Çok cesur ve çok iyi bir nişancıydı Hacı Selim, ben gözlerimle tanık oldum. Guherê Kona’da tek başına pusuya yattı ve bir bölük askeri geri püskürttü. Attığı her kurşun mutlaka hedefine ulaşıyordu. Kamışlo’ya vardığımız da Fransızlar şehrin içine girmemize izin vermediler. Biz de şehrin yamacında çadırlarımızı kurduk. Bir gece Arap Aşiretler bize saldırdı. Amaçları talan kaldırmaktı. Biz kendimizi savunduk ve saldırganlar büyük zayiat vererek geri çekilmek zorunda kaldılar. O zamanlar babana hamileydim. Doğumun çok yaklaşmıştı. Aradan bir hafta geçmeden, Fransızlar elçi gönderdiler, Arap Aşiretleriyle bizi barıştırmak istediklerini söylediler.

Aşiret divanı toplantı ve görüşmeye gitmesi için deden Süleyman görevlendirildi. Deden görüşmeye gittiğinde benim de doğum sancılarım sıklaştı. Aradan bir iki saat geçmeden baban dünyaya geldi. O gece barış elçileri geri dönmedi. Sabah silah sesleri duyduk. Acı haber de kısa sürede geldi. Deden Süleyman’ı Fransız Kaptan (Yüzbaşı) kendi eliyle vurmuştu. Davet barış görüşmesi değil bir tuzakmış’’ dedi.

Aynı gün yaşanılanları Hacı Selim de bana şöyle anlatmıştı. Hacı Selim uzun boylu, mavi gözlü heybetli bir adamdı. Bana bunları anlatırken de üstünde bembeyaz fistanı ve o fistana inanılmaz yakışan siyah yeleği vardı;

‘’O gün Bedevilerler, Fransızların korumasında bize bir kez daha saldırdılar. Etrafımızı yarım ay şeklinde kuşatmışlardı. Bu hareket tarzlarından bizi Türkiye sınırına sürmek istedikleri belli oluyordu. Biz hem karşılık verdik, hem toparlandık hem de geri çekilmeye başladık. Çaresizce atları sürüyorduk.​ Nereye gideceğimizi de bilmiyorduk ama buradan bir an evvel uzaklaşmamız gerektiğini biliyorduk.​ Şero’nun eşini az evvel Fransız kaptanları öldürmüştü ve yeni doğan bebeğini atın heybesine koyarak Suriye Kamışlo'dan beş yüz metre uzaktaki Türkiye sınırına doğru yol almaya başlamıştık.​ Kaderi böyle yazılmıştı hep at sırtında geçiyordu ömrü​. Elinde mavzeri hiç eksilmezdi. Doğumda bile yanında tutardı mavzerini​. Zaten yolda doğum yapmıştı.’’

Yeni Journal’da yayımlanan köşe yazıları, yazarların kendi görüşlerini yansıtmaktadır. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlara aittir.